Geçenlerde bir habere denk geldim

 

1968 yılında, şimdiki adıyla Marmara Üniversitesi Diş hekimliği öğrencileri, ders çalışmak ve arkadaşlarıyla takılabilmek için koruluk alana kendilerine bir mekan tasarlıyorlar. Tahta masa ve bardakları daima koruluğun içinde duruyor. Zaman içinde insanları mekandan uzak tutmak ve bazı arkadaşlarını da korkutarak şaka yapmak amacıyla okuldan getirdikleri çene kemiklerini, kafataslarını koyup bir de tahta tabela hazırlıyorlar: Bardakçı Baba. Zaman içiresinden öğrenciler mezun olup işlerinde güçlerinde çalışırken, korulukta tahta tabela, kafatasları ve bardaklar etrafında bir söylenti dolaşmaya başlar. Burada önemli bir zatın, Bardakçı Baba’nın kabri vardır. Birinin söylediğine bir diğeri inanır. İnanan, başkasına önemli zatı kendi gömmüş gibi anlatır. 

1970’li yıllara gelindiğinde terk edilmiş toplanma mekanında yol çalışması yapan işçiler kafatasını ve çene kemiklerini bulup yolun karşısına yerleştirirler. Çevrede yaşayanlar burada bir türbe olduğuna inandıkları için, olayı gerçekten yaşayan öğrenciler bile çıkıp bir şey diyemez. Biraz daha zaman geçtikçe o bölgeye plaza inşaatı başlar ve inşaatı yapan şirket, olmayan kabrin etrafını modern bir camekanla kapatarak ‘Ruhuna Fatiha’ yazısı ile taçlandırır.

Diyanet İşleri Başkanlığı ellerinde Bardakçı Baba ile ilgili hiçbir hiç bir bilgi bulunmadığını belirtir. İstanbul Türbeler Müdürü ellerinde Bardakçı Baba ile ilgili herhangi bir kayıt bulunmadığını, ancak kesin bir şey söylemek için belediye ve arkeologların mezarı açması gerektiğini söyler ve ekler ‘mezar boş çıkarsa insanlar yıkılır’.

İnsanlar yıkılır çünkü, kendi kendine oluşan türbeye bugüne kadar milyonlarca ziyaretçi gelmiş. Dualar edilmiş, adaklar adanmış, çaputlar bağlanıp bardaklar kırılmış. Delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış.

Bugün oturduğumuz yerden sahte bir haber yapsak, mesela, ‘okullar bu hafta açılıyor’ modern koşulların nimeti gereği haberi yayınlasak, haberi okuyanlar arkadaşlarıyla sosyal medya hesaplarından paylaşsa, ertesi gün milli eğitim müdürlükleri, bakanlıklar, okul müdürleri ve öğretmenler telefon yağmuruna tutulur. Hatta okuduklarını teyit etme alışkanlığı olmayan onlarca kişi belirtilen tarihte çocuklarını okula da gönderir.

Teyit edilmesi mümkün olmayan haberler, kirletilmiş bilgiler, kulaktan kulağa yayılan yalanlar, taraflı içerikler, ne kadar dikkatli olursak olalım zihnimizde yer tutar ve tekrarlandıkça gerçekliğin yerini alır. Eskiden birkaç insan arasında yapılan dedikodular günümüzde global ölçekte yapılmaya, verdiği  hasar da o nispette artmaya başladı. Aynı gün içinde İstanbul’da silo müzelerinin içini ailesiyle gezen bir yayıncının beğenilerinin anlatıldığı bir röportajı ve açılışın kandırmacadan ibaret olduğunu anlatan bir haberi izledim. Kim neye inanmak istiyorsa ona inandı.

Demem odur ki okuduğumuz, duyduğumuz, izlediğimiz, işittiğimiz, bize servis edilen her şeyi önce kendi mantık süzgecimizden geçirmeden, sonra kaynaklarından teyit etmeden inanmamamız gerektiği. Çocuklarımıza, eleştirel düşünmeyi, kaynak doğrulamayı aynı haberin bakış açısına göre farklı yazılıp okunabileceğini öğretmemiz çok önemli. Yoksa var olmayan bir mübareğin var olmayan türbesinin başında dua ederken buluruz kendimizi.