Feraset, basiret ileri görüşlülük demektir. Bir olayın perde arkasını, büyük resmi görmek demektir. Her duyduğuna, her gördüğüne hemen inanmaz, işin arka planını görmeye çalışır. Bu seçiciliğe sahip olanlar, az hata yapar, toplum da önderlik vasfına sahip olur, sürükleyici özellikleri olur. Çünkü çevrelerindeki insanlar feraset sahibi olan kişinin ne kadar az hata yaptığını zaman içinde görürler. Rol model insanlar olurlar. „Müminin feraseti, Allah’ın nuruyla bakar“hadisi de bu bakışın doğruluğunu kanıtlar zaten.
Ancak düşünme melekesini zorlamayan, olayların arka planını göremeyen insan tipleri toplumdaki fırsatçılar tarafından daima kullanılırlar. Bu tiplerin gözlerine çekilen perdeler ve ikna edilmelerindeki kolaylık onları marjinalleştirme çabalarını da kolaylaştırır. Günümüzün insanı, araştırmadan her duyduğunun ve gördüğünün gerçek olduğuna inanır hale gelmiş ve dönüşmüştür. Araştırma ihtiyacı bile gözetmeden, her duyduğu, bir takım resim ve video destekleriyle günümüz insanı kolaylıkla kandırılabilmektedir. İşin arka planını görmeyen veya hissedemeyen bu tip insanlarımız da maalesef insan kullanıcılarının sermayesi olmaktadır. Konuyla ilgili şu hikâyeyi aktarmak isterim. Adamın birisi hile ile tuzağına bir kuş düşürdü. Kuş ona dedi ki: Ey ulu kişi!...
Sen şimdiye kadar birçok deve kurban ettin, birçok öküz, koyun, inek, tavuk yedin!... Dünyada onlarla doymadığında, benimle mi doyacaksın? Eğer bırakırsan beni, sana öyle üç öğüt veririm ki, aklın şaşar!...
Birincisini elinde iken, ikincisini şu damın üzerinde, üçüncüsünü de ağacın dalına konduğumda söylerim. Bu üç öğütle bahtın iyileşir, rahat edersin. Ne dersin ha? Adam merak eder ve kabul eder;
Bak ilkini söylüyorum: "Olmayacak söze; kim söylerse söylesin, asla inanma!" Tamam mı?.. Adamın aklı yattı kuşun bilgeliğine, gevşetiverdi parmaklarını, pırrr diye uçtu, azat oldu, balçık duvarın üzerine konup dedi ki:
Geçmiş, gitmiş şeye eyvah deme, fırsatı kaçırdın diye dövünme!... Bak beni bıraktın ama, şu küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında, değerine paha biçilemeyecek bir inci var idi. Sana da oğullarına da yeterdi de artardı bile!...
O inci senin hakkındı!...
Fakat kısmetin değilmiş kaçırdın... dünyada bir eşi bulunmayacak kadar kıymetli ve emsalsiz idi...
Adam, gebe kadın doğururken nasıl feryat eder, bağırırsa öyle bağırmaya, dövünmeye başladı. Kuş dedi ki:
Sana geçmiş, gitmiş şeye üzülme, gam yeme diye nasihat etmedim mi?..
Madem ki, geçip gitti, neden üzülürsün?
Sen; ya benim öğüdümü anlamadın, yahut da sağırsın! Aslanım, ben kendim üç dirhem gelmem zaten, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?..
Adam bu söz üzerine kendine geldi; Haydi, dedi, o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım! Kuş dedi ki: Allah için, o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana ne diye söyleyeceğim!.
Bu örnek aslında buradaki meramımızı çok iyi anlatıyor. Müslüman araştıran, doğruyu bulmak için emek veren, bulduğu doğruyu yayan insandır. Hazır bulduğu, nerden, ne amaçla geldiğini bilmediği bilgilerin peşinde zaman harcamaz.
Bu nedenle, uykuya dalmış, bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak toprağa tohum saçmaktır. Cehalet yırtığı, yama kabul etmez. Cahile hikmeti anlatamayız. Bu nedenle eskiden canlandırmayla öğretilme metodunun bu tip insanlara uygularlardı. Şu örnekle yazımızı bitirelim.
Kendilerini bilge gören üç arkadaş, üç soru sormak için Şems-i Tebrîzî’ye gelip ders esnasında sorularını sormak isterler.
Üç kişinin başkanı sormaya başlar.
Allah var dersiniz, ama görünmez, gösterirsen inanacağız.
Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azap edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azap eder mi?
Ahirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, insanları aldatmayın! dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, öğrencilerine teyemmüm abdestini tarif için bulunan kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen adam, derhâl kadıya gidip, davacı oldu.
Ben Tebrizi’ye soru sordum, o başıma kerpiç vurdu, canımı acıttı, dedi.
Şems-i Tebrîzî; Yanlış efendim, Ben ona soruların cevabını verdim. Dedi.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi.
Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:
Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başını ağrıttığımı söylüyor, ağrıyı göstersin de inanalım.
Yine bana, 'şeytan ateştendir, ona ateşle nasıl azâb edileceğini' sordu.
Bu adam topraktan yaratıldı, kerpiçte topraktır, nasıl acıttığını söylüyor.
Yine bana; 'Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Ahiret azabı yoktur' dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi, canımın istediğini yaptım. Niçin hakkını arıyor? Diyerek vermek istediği mesajları bir hareketle anlatmış oldu.