İnsan hayatında çocukluktan itibaren her fert kendi aklını ve düşüncelerini beğenir ve en doğrunun kendi aklı olduğunu sandığı için ısrar eder düşüncesinde.
Aslında bu tezimizin doğruluğunu tespit için kendimizden başlayarak bir test yapabiliriz.
Bebekler bile arzularını ilk önce ağlayarak anlatırlar. Ağlamayı duyan anne, açlığına, sancısına, bezine bakar, olmazsa doktora götürür. Biraz daha büyüyüp konuşan çocuk isteklerini söyler, yapılmazsa yaptırmak için ağlamaya başlar. Eğer anne baba onu isteğinde ikna edemezse, ağlamayı kesmez ve isteğine ulaşır.
Gençlerde, yetişkinlerde ve yaşlılıkta da benzeri modlarla devam eder bu tarz düşünce ve istek dayatmaları. Hatta eline güç geçtiğinde düşüncelerini kabul etmeyenlere zorbalık uygular, ceza verir, gerekirse öldürmeye kadar gider işin sonu.
Eee, durum böyle olunca, herkes fikrinde sabit olacaksa, kimin fikri doğru, bunu nasıl tespit edeceğiz?
İşte burada yol ayrımına bakmak lazım. Tabii ki fikirlerin farklılığı bir zenginliktir. Bazen hiç ihtimal vermediğimiz bir durum tam da aradığımız çözüm ve fikir olabilir. Dolayısıyla doğru fikre ulaşmaya açık olma, kendi fikrinin dışındaki fikirleri de inceleme, karşılaştırma, kıyaslama ve sonuçta akli selim dediğimiz inatı terk ederek değerlendirmeye almak gerekir. Ki bu insanı doğruya ulaştıran, sabit fikirden kurtulmayı sağlayan bir yöntem olur.
Ancak her şeye rağmen sabit fikirlilik, gerçeğe direnmeyi belki şöyle anlatabiliriz.
Gözü olmayan kişiye renkleri anlatmak, yaptığımız resmin renk cümbüşünü ve resmin güzelliğini anlatmak, manzaraları, doğanın, eşyanın güzelliklerini anlatmak ne anlam ifade edebilir.
Duymayan, sağır bir insana güzel şiirler okumak, ilahiler, türküler, enstrümanlar dinletsek, en güzel sesli sanatçıyı dinletsek ne anlam taşır?
Veya koku ve tadı alamayan bir şahsa lezzetli yemekler, meyveler yedirsek, çok mükemmel kokular koklatsak bir anlamı olur mu?
Bu nimetler açık olan duyularla anlaşılır, kıymetlenir, anlamlanır.
Dolayısıyla sabit fikirlilik de duyuları bozuk insanlar gibidir. Merhameti, acımayı, yardımlaşmayı, korumayı, bedelsiz emek vermeyi vb. anlatamayacağın gibi, onun dünya görüşünü de değiştiremezsin.
Günümüz dünyası ciddi sınavlar geçiriyor. Ülkemizdeki mülteciler, geçici sığınmacılar, evsizler, ihtiyaç sahipleri; dünya üzerindeki göçe zorlananlar, evini toprağını terk edenler, imkansızlıklar içinde yaşayan toplumlarla hepimiz sınavdayız. Bu sınavda kimileri kazanırken kimileri insanlığını bile unutabiliyor. Bunca zulmü TV karşısında izleyip kılı kıpırdamayan insan figürleriyle aynı toplumda yaşadığımız halde, fikriyatında zerre miktarı değişim olmayanlara üzülmemek elimizde değil…
Bu tip insanları da 5 duyusu olup da görmeyen, duymayan, koku ve tat alamayan insanlar gibidir. Bunlar tedavisiz tiplerdir kanımca.
Tabii ki burada sadece bu insanları eleştiremeyiz. Sahip olduğumuz eğitim sistemimizin ürünleri bunlar. Bundan yüz yıl önceki Türkiye insanımız böyle değildi. Müslümanlık eğitim ve ahlakını ailesinden almaya başlayan toplum, sokakta, yolda, okulda ve tüm ortamlarda bu aldığı eğitim birbirini tamamlıyordu.
Bu gün ise ailede ayrı, sokakta ayrı, arkadaş ve okul çevresinde ayrı gerçeklerle tanışan toplum tamamen bocalıyor, sonra da bunun faturasını da Müslümanlığa, yani İslam’a kesiyorlar. Hem namaz kılıyor, hem yalan konuşuyor. Hem oruç tutuyor hem sahtekâr… gibi sözler bu toplumun eğitim sisteminin ürünü değil mi ki, bu hataları İslam’la bağdaştırıyoruz. Allah Aklı Selime Ulaştırsın hepimizi.