Müslümanlar iktidar olmak ve ülkedeki birçok kronik açmazı çözmek için can havliyle yıllarca vakıf, sivil toplum, cami, okul, ev sohbetleri, konferans gibi yöntemlerle çalışmışlardı. Bir gün iktidara gelip yasakların kalkması, herkesin rahat bir ortamda dinini ve özgürce medeniyetini yaşamayı hedefliyordu.

 

Allah nasip etti iktidara gelindi. Gerçekten bu kısıtlamalar kaldırıldı. Herkes özgürlüğün zirvesine ulaştı. Bu sefer vakıf ve STK ve hayri hizmetlerde bulunanlar, “artık bizim bir şey yapmamıza gerek yok” havasına bürünüp sadak vermekten, hayır yapmaktan, vakıf hizmetlerine destek olmaktan, burs sağlamaktan, kısaca her türlü hayırdan uzaklaştı, parası da bol olduğu halde.

STK ve vakıflar piyasadan çekilince, devlet STK’ların yaptığı yurt, burs, İmam Hatip Okulları gibi hizmetleri devlet yapmaya başlayınca, hayri hizmetleri tamamen terk eden Müslümanlar, materyalist bir kafaya dönüşmeye başlamış ve sadece kendine çalışır hale geldiler. Öyle ki ne kadar çok kazansalar da hala az kazandıklarına inanır oldular.

Devletin sağladığı imkanlar o kadar arttı ki, sosyal yardım alanlar, yurtlarda kalanlar, devletten destek alanlar artık “devletin kendilerini bakmak zorunda olduğunu, çalışmalarına gerek olmadığını, hizmetlerin en üst düzeyde olmasını beklediler ve bunun hakları olduğunu söylemeye başladılar. En ufak bir ulaşılamayan imkânsızlık ayaklanmalara kadar ilerledi işin ucu.

Özellikle yeni nesil yokluk dönemini hiç görmemiş olması, onların nihayetsiz taleplerinin oluşmasına neden oldu. Önceden makam- mevki istenmezken, bugün para, makam, mevki ve imkanlara ulaşmak için her türlü entrika bir meziyet olarak görülür hale geldi. Biz eskiden kararlarımızı istişare ile alır, kulis yapmaz, kulis yapanlarla bir arada bulunmazken, bugün teşkilat istişaresi adı altında adam harcama usulleri geliştirdik.

Biz eskiden davamıza bir kişi daha kazanalım diye ne yöntemler denerdik, daracık evimizde bol bol misafir ağırlardık şimdi kocaman evlerimize misafir sığdıramıyoruz. Evlerimiz genişledi, gönüllerimiz daraldı, gözlerimiz doymaz oldu.

Biz eskiden kendimiz için bir şey isteyemezdik, mağdur oluşumuzun deşifre olmasına utanırdık. Bugün bir kıdem almak için, bütün ilişkilerini kullanıp, makam mevki için her yolu mübah gördük.

Bağlarımız koptu, dertlerimizi anlatacak kimseler olmadığı gibi dinleyecekler de kalmadı. Herkes evine kapandı, evinin odasına, hatta telefon ve televizyonun içine kadar girip yalnızlaştık. Dünya kadar derdimiz var, bu dertleri kendimiz üretiyoruz ama bir çıkış yolu bulacak, önümüzü açacak kapıları kilitledik. İsraf ihtiyaca dönüştü. Tevekkül, açtan ölüyoruz evrildi. Akraba arkadaş dost istemez olduk. Bir boşlukta yürüyoruz.

Filistin gibi Müslümanların en temel inanç konusunu baygın bakışlarla izliyoruz. Orada öldürülen, paramparça yapılan kadın ve çocuk cesetlerini, bunlar ‘Arap ölürse ölsün’ diyebilecek kadar odunlaştık. Vicdan ve insafımız kuru oduna dönüştü.

Çözüm var mı, olur mu, nasıl olur?

Elbette, çözümsüz iş olmaz. Makamı, mevkiyi, parayı, pulu değil birbirimizi seversek, Türk ve Kürt kardeşimiz birbirleriyle samimiyetle kucaklaşırsak, misafirsiz sofraya oturmadığımızda,

Adaleti kendimiz değil, herkes için istediğimizde, yurdunu, yuvasını, vatanını, bayrağını terk ederek, ülkemize sığınan Suriyeli ya da başka memleketten kardeşlerimize karşı Ensar olduğumuzda; İnanan kadrolar mazeretsiz birbiriyle ittifak yaptığında, Yemen’de, Sudan’da, Afganistan’da Müslümanlar silahlarını birbirine değil de ortak düşmana çevirdiklerinde, istediğimiz mutluluğa tekrar erişeceğiz inşallah.