1999 yılında daha çok genç bir muhabir iken katıldığım uluslararası bir haber yarışmasında, değerlendirmeye sunduğum haber ile Türkiye ikinciliği ödülünü almaya hak kazanmıştım. Bu yarışma ile ilgili daha önce kaleme aldığım ve anılarımı aktardığım köşe yazımı meraklıları internet sitemizden bulup okuyabilirler.

Yarışmaya müracaat ettiğim haberimin yayınlandığı; o dönemde çalıştığım yerel gazete, dereceye giren çok sayıda il gazetesinin arasında, ender ilçe gazetelerinden biriydi. Yarışmayı ortaklaşa düzenleyen Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Konrad Adenauer Vakfı; yarışma sonrası 2000 yılında Antalya Belek’te bir “Türk-Alman Yerel Gazeteciler Semineri” düzenlediler. Programa şimdi her ikisi de merhum olan halef-selef Türkiye Gazeteciler Cemiyeti başkanı usta gazeteciler; Nail Güreli ve Orhan Erinç, dönemin Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schonbohm, adı basın davaları ile özdeşleşen Avukat Fikret İlkiz ve yarışmada dereceye giren Alman ve Türk yerel gazete çalışanları iştirak etmişti. Bende katılımcılar arasındaydım.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti mesleki açıdan en eski, büyük ve saygın kurum idi. Konrad Adenauer Vakfı ise özgürlük, adalet ve dayanışmayı ilke edinen; insanın onur, hak ve yükümlülükleriyle her şeyin merkezinde yer aldığına inanan bir felsefe ile çalışmalarını sürdüren, Almanya merkezli bir dernekti. Bu bağlamda çok sayıda ülkede; farklı alanlarda faaliyet gösteren birçok dinamikle, demokrasi odaklı faaliyetler yürüten bir oluşumdu. Bu yarışma derneğin; Türkiye’de yerel medyaya yönelik sürdürdüğü destek çalışmalarının bir ayağını oluşturuyordu. Derneğin düzenlediği eğitim çalışmalarından, Balıkesir ve Yalova’da tertip edilenlerine ben de zamanında iştirak etmiştim.

Köşemde ele aldığım sempozyumda; Almanya’da gazetecilik mesleğini icra eden meslektaşlarımız ile karşılıklı görüş alışverişinde bulunma ve birbirimizi tanıma fırsatını yakalamıştık. Çok faydalı ve ufuk açıcı bir organizasyon olmuştu benim açımdan. Gerçekleştirilen oturumlarda, Alman ve Türk gazeteciler birbirlerine mesleki deneyimlerini aktarıyorlardı. Ancak konuşulanlardan ortaya çıkan; ülkeler arasındaki refah seviyesi ve gazetecilik mesleğinin icra biçimleri arasındaki uçurum, beni hayrete düşürmüştü. Teknik ve teknolojik ekipman imkanı, çalışanların ücretleri gibi konularda aramızdaki makas çok açıktı. Alman meslektaşlarımız Almanya’da yerel gazeteciliği nasıl icra ettiklerini anlatıp; karşılaştıkları az sayıdaki, küçük sayılabilecek sorunu aktarırlarken, Türk gazeteciler olarak bizler, belki de biraz da küçümser tavırlarla dinliyorduk onları. İçimizden “Biz sizin bu sorunlarınızı burnumuza enfiye diye çekeriz” edasıyla takip ediyorduk anlatılanları.

Örneğin Alman bir yerel gazeteci meslektaşımız; şehir hayatı ile ilgili sorunlara yer verdiği bir köşe kaleme alıyordu. Bir apartmanın dış cephesinde; mimari genel görüntüye uymayan ve bina cephesinin ahengini bozan sonradan yapılan bir balkon gölgeliği sorununu, bir okurunun kendisine ilettiğinden bahsetti mesela. Bu okurunun problemini; komşuları, apartman yönetimi ve belediye yetkilileri ile koordineli olarak nasıl çözdüğünü anlatıyordu. Bu esnada yaşadığı “sıkıntıları” aktarıyordu bizlere.

Türk gazetecilerin sorunları elbette Alman meslektaşları ile mukayese edilemez türdendi. Türk meslektaşlarım çok sayıda hayati sorunu gündeme getirdiler. Editoryal bağımsızlıktan maddi imkan yetersizliğine, meslek kanunu eksikliğinden yetişmiş personel sıkıntısına kadar birçok önemli sorun vardı bizim gündemimizde. Örneğin söz sırası bize ve bana geldiğinde yaptığım konuşmanın bir bölümünde; şehirde sahil kısmında yer alan elektrik direklerinin panolarında önlem almayan ve bu nedenle vatandaşlar için büyük tehlike arz eden ihmalkarlıkları nedeniyle, kurum yetkililerine yönelik eleştirel bir haber yaptığımdan söz etmiştim. Haber neticesinde onlarca direğin hemen alel acele elden geçirilerek, yağmur yağarken ark yaparak, kıvılcımlar saçan elektrik kablolarının yer aldığı panoların, nasıl bakıma alındığını anlatmıştım. Bu haber sonrasında elbette kimseden teşekkür beklememiştik. Kamu adına görevimizi yerine getirmiştik. Ama buna mukabil gazete büromuzun yer aldığı ve henüz yeni inşa edilmiş binanın, yapı kullanma izni eksikliği gerekçe gösterilerek, üstelik içinde 57 ofis barındıran iş merkezinde sadece bizim ofisimizin elektriğinin, eleştirdiğimiz kurum tarafından nasıl kesildiğini anlatırken, bu defa Alman gazeteciler şoka girmişlerdi. “Tam da böylemi oldu?” diye inanamayarak, şaşkınlıkla tekraren sorduklarını anımsıyorum. Bu durum onların; insan hakları, özgürlükler ve basın hürriyeti standartları ile meşhur Alman Disiplinleri açısından bakıldığında, yaşanmış olamaz ve kabul edilemez bir durumdu çünkü. Tam bir ifrat ve tefrit vakasıydı masada ele alınan konular. Hem de bundan dile kolay tam 23 sene evvel. Aradaki farkı gelin bir de şimdi düşünün.

Seminerde katılımcıların konuşmalarını, eş zamanlı olarak simültane çeviri ile tercüme edilerek dinleme imkanımız vardı. Ancak ikili sohbetlerde ve yemek masasındaki samimi sohbetler esnasında; aramızda yer alan vakfın proje yöneticisi Bekir Öncel, Alman meslektaşlarımız ile aramızda tercümanlık yapıyordu. Kendisi de Konyalı olan hemşehrim Bekir Öncel; tercümanlığın yanında hem Alman hem de Türk gazetecilerin anlamakta zorlandığı meselelerde, her iki tarafın da gerçeklerine hakim olduğu için adeta bir arabulucu edasıyla meseleleri anlamamıza aracılık ediyordu. Almanlar işin gerçeğini anlayınca “Assooo” bizler ise “Öylemiii” diyerek şaşkınlığımızı ifade ediyorduk. Gayret ve çabası tercümanlığın çok ötesine geçmişti Bekir Öncel’in.

O seminer boyunca Antalya ve çevresindeki tarihi ve turistik birçok yeri gezme fırsatını da yakalamıştık. O zamanlar dijital yerine analog makineler kullandığımız için birkaç makara harcamış çok da güzel fotoğraflar çekmiştim.

Ve seminer sonunda anlamıştım ki birçok konuda aradaki mesafeyi kapatmak için büyük gayretle ve çok çalışmamız gerekmekteydi… Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Konrad Vakfı vasıtasıyla yapılan çalışmaların da bu anlamda ne kadar değerli olduğunu.

Kalın Sağlıcakla…