İlk insan sesi harfe dönüştürdü. Yaradan'dan aldığı kelimeyi çekirdek ailesine aktardı. İnsan iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı tanıdı.
Kelimenin gücünü kavradı.
Ses harfe, harf heceye, hece kelimeye cümleye dönüştü...
Madde anlam kazandı. Kavramlar dünyasında bulduk kendimizi. Niyetlerimizle eylemlerimiz, kelime sayesinde hayat buldu.
Kelime sayesinde insan Rabbiyle, çevresiyle ve kendisiyle irtibat kurdu; yüreğinin sesini dinledi, kabullendi, isyan etti.
Devletler, imparatorluklar kurdu; medeniyetler tesis etti. İçinden çıkan söz ustaları, binlerce yıldır dillerden düşmeyen nice ahenkli eserler vücuda getirdi.
Söz, sahibinden çıktı; her tarafa çekilir oldu.
Zihinde şekillendi, hava boşluğunda ses oldu, harf oldu, nimet oldu; kadrini bilmeyen için dil yarası, gönül yarası oldu.
Ya ses harfe dönüşmeseydi!
Öyle ya, seslerle hayatımızı sürdürseydik b-e-n-i-m a-d-ı-m t-a-r-ı-k demek için bile dakikalar harcardık.
Bilim, edebiyat, hukuk, tıp… eserleri ortaya çıkmaz; hayat yaşanmaz hale gelirdi. Sesten cümleye ulaşan serüvenle binlerce sesi anlamlı hale getirebiliyoruz.
Yoksa o, en heyecanlı meydan konuşmalarını, en duygulu şiirleri nasıl dinleyebilirdik?
Zihnimizden bilgisayar tuşlarına uzanan köprü, oradan da dalga dalga yayılıyor, bilgi dostu yüreklere...
Kelime, yerini söz-cük gibi garip bir şeye dek, bir anlam ifade etti, asaletini korudu; Söz-cük, 'küçük söz' ise manevi değeri yüksek kavramları nasıl karşılar?
Bir kelime olan 'geldim' aynı zamanda bir cümledir. Ama asla söz-cük değildir. Çünkü yargı bildirir.
Uydurma söz-cükten, bize miras kelime'ye dönmenin vakti gelmedi mi?
İlgeçten, uyaktan, adıldan, belirteçten kurtulup; edata, kafiyeye, zamire, zarfa; öz benliğimizi bulana kadar dil kavgası sürecek.
Hayatımızı kolaylaştıran bir başka unsur da kelimenin farklı anlamlara gelmesidir. Baş, vücudun bir organı iken gerçek; baş başa verirken deyim, dağ başında yakın anlamlı.
Ya ekler?
Etrafımıza bir bakalım, altı grup insanız. Bir harf değişikliğiyle hayal dünyamızda yerlerini alıyor; bir'ken milyarlar, katrilyonlar oluyorlar.
Sadece bir harf: yaptı-m,n,tık,nız,lar.
Dün'ümüz, bugün'ümüz, yarın'ımız, meçhul'ümüz var: dı, mış, yor, ecek, er ekleri imdadımıza koşuyor.
Su bir isimken onu harekete geçirip sula fiilini yaparız; dur fiilini de durgun'a dönüştürdük mü binlerce kelimelik bir imkanın bize sunulduğunu fark ederiz.
Nasıl olsa ekler sonda; ekle, anlam kazansın; ama bir hastanın ek'e ihtiyaç duymadan "Su….
su…!" iniltisi bile meramını anlatmaya yeter de artar bile!
Önce sözlüğe giren yüz bin kelime, sonra yapım ekiyle oluşturulan milyonlarcası…
Söz arasında, "O kadar güzel manzara ki anlatamam!" derler.
Anlatamazsın, çünkü kelime dağarcığın zayıf!
Yansımadan bile anlam çıkarmışız; kulağımıza gelen akisler, yirmi dokuz harfle ifade edilemediği için benzetme yoluna gitmişiz:
Tak tuk; hav, miyav, fıs, şır... binlercesi… Bir kediden m-i-y-a-v sesleri çıkmaz. Kim bilir o bizi nasıl algılıyor?
Şırıl az yoğunluk iken, şarıl hacimce ve sesçe daha güçlü.. Fısıltı, uğultuya; uğultu, gürültüye doğru yol alır. Bu da insan zekasının ayırma gücü!
Cümlede, aslolan yüklem; duran varlığı harekete geçiren fiiller...
Her isim bir fiile muhtaç:
Yağmur yağar, rüzgar eser, su kaynar, kuzu meler; insan doğar, büyür, ölür, dirilir; güneş batar, şimşek çakar, deniz kabarır, gökyüzü kararır…
Nasıl ki ismin sıfata ihtiyacı varsa, fiilin de sıfata ihtiyacı var: Zarflar olmasa cümleler ne kadar soğuk, donuk olurdu!
Düşünerek konuş, az önce geldi, bin metre koştuk, bilmediğinden kaybetti. Fiilin etrafını zamanla, miktarla, nasılla, niçinle kuşatan binlercesi!
Geldi(m)'deki ben'i görmeyip gizli özne diyen, kapının demirine takısız isim tamlaması uydurup, koskoca sıfatı görmeyen ezberci anlayış bozulmalı, dili esaretten kurtarmalı!