İki Eylül Bin Dokuz Yüz Elli Üç
Yedi bin yedi yüz rakımlı Hindikuş’un bağrında, havası sert/insanı mert insanların kasabası Bazarek’ten dünyayı selamlamış…
Komün ile kapitalin ‘danışıklı dövüş’ünün ortasında bulmuştu, kendini.
Celaleddin-i Rumi buradan göç eylemişti Anadolu içlerine. Farsçanın edebiyle yazmıştı, Mesnevi’yi.
Hindikuş köydü, şehirdi, geçimdi, ve nihayet özgür bir seçimdi. Sekiz yüz kilometre uzanan hattıyla arıcılıktan davarcılığa, gelene bereket getiren hoşgörü sıradağlarıydı.
Suyu berrak, toprağı münbit, taşı toprağı altındı, kadir kıymet bilene.
Mesud, daha tekli yaşlarda, hisleriyle aklının sentezinde yüzer, birini diğerinin önüne geçirmez, bir ülkeyi kurtarmak fikriyle kıyıya çıkardı.
Yaşından beklenmeyen olgunlukla ince düşüncelere dalardı:
Washington/Moskova hiç savaşmayacaklar/savaşır gibi yapacaklardı. Yerkürede, nükleer/biyolojik/kimyasal silahlarla kobay olacak nice köle varken, ne diye kendi şehirlerini vuracaklardı?
Bazarek, çarşı/pazar demekti. Tacik/Özbek/Kırgız/Peştun/Kazak… müminler, Söğüt/Domaniç çarşısından aldıkları ilhamla, ümmetin harcını karmışlar, Bazarek’i hayat kent yapmışlardı.
Yükünü satmanın derin huzuruyla, akşamüstü dağın yamacından kaybolurdu, köylüler.
Mesud şiir okur, Tacik estetiğini yansıtırdı. Mevlana, Hafız-ı Şirazi, İkbal… bir başka anlam katardı, hayatına.
Halk ve Hak düşmanı Lenin’i, Mao’yu, Che’yi… okumuş, sahtekar yüzlerini hem anlamış hem anlatmış, ipliklerini pazara çıkarmıştı.
Amerikan purosuyla poz veren Che’nin yoldaşı Kastro değil miydi, ülkesine ABD üssü Guantanamo’yu sokan?
Oysa Ali, Talha, Halid, Umeyr, Cendel… vardı gençlik için.
Ahmed için dövüş bir ‘sanat’tı. İlk kez liseler turnuvasında gösterdi gücünü. Gümüşün ve bronzun ortasında buldu, kendini.
Futboldaki çalımını zalimlere atacaktı yıllar sonra. Spor, güçlü Müslüman olmanın beden şükrüydü. Hantal bir vücutla ne okunur, ne savaşılırdı.
Mimarlık, Kabil’e uzanan bir hayaldi. Bazarek’in mütevazı ruhunu taşıdı, büyük şehre. Hindikuş’un ruha heyecan katan kıvraklığı, yüzüne yansımıştı.
Şairliğini “Besmeleyle başlandı/halka halka toplandı” şuuruna borçluydu. İnsan, dağlı olur da şiirden uzak kalır mıydı?
Başkentte, Bazarek günlerini hatırlardı, sık sık. Buzu ısıtıp abdest aldığı, ferah şimal rüzgarlarını içine çektiği, kar toplayıp buz şerbeti yaparak iftar açtığı mübarek yıllardı.
Fakültede atom karınca misali yerinde duramıyor, ‘kalıbının adamı’ oluyordu, birdenbire. Yemeye içmeye fazlaca vakti yoktu, Mesud’un. Kurtarılması gereken bir ülkesi vardı.
İki asırlık Britanya şımarıklığı, yarım yüz yıllık Rus diktası canından bezdirmişti Afgan halkını.
Rabbani ile kesişti, yolları. Ayaklı kütüphane idi, hocası.
Osman’ın ordularının Altı Yüz Kırk’larda gelmesini milat bilip, Fars kışkırtmalarıyla geçen on dört asrı öğretmişti, genç Mesud’a.
Zor bir coğrafyaydı, düşman için. İngiliz barınamamış, Rus korunamamış, Çin yeltenememişti.
Hayat, bir kompozisyondu. İçten içe, içten dışa çemberlerle doluydu. Ufuk Adam Rabbani, halef selef talebesine altın tepsi içinde sunmuştu tarih ile siyaseti, sanat ile cihadı.
Savaş ahlakını da öğretmişti, barış hukukunu da… Su hava toprak ateş rüzgar demir… yeryüzünün ordularıydı. Yaradan’dan bir lütuftu, anlayana.
Estetik bir aydın duruşu vardı, Rabbani’nin. Tatlı sert tavrıyla, cezbedici bir eğitim neferiydi.
Ahmed, yirmi ikisinde, Genç Müslümanlar’ın bilge adamıydı.
Habib Rahman’ın Cemaat-i İslami’si ustalık dönemiydi.
Davut, ‘tağut’tu. Yıkılmalı, yer ile yeksan olmalıydı. Habib Rahman hapiste, Mesud firardaydı.
Penşir İmamıydı artık, Mesud.
Hikmetyar ile yıldızı barışmadı, bir türlü. Aşırı ve tutarsız buldu. Nötr hali benimsedi, Hikmetyar’a karşı.
Hikmetyar’ın etrafı tekin değildi. Hassas bir bölgeydi, Afgan ülkesi. ‘Fitne uykuda’ydı ve uyandırmamalıydı.
Ömer Muhtar’ın Sudan’daki rolünü üstlenmişti: Arabulucuk!
Aralık Bin Dokuz Yüz Yetmiş Dokuz
Babrak Karmal’ı, yüz yirmi bin Kremlin çapulcusu ile tankların üstünde görünce, “Zillet değil şahadet!” döküldü ağzından.
Brejnev’in izinden gitmek, en acınası bir haldi ve Karmal’a pek yakışmıştı, yeni rolü. Erkek erkeğe, dudak dudağa pozları vardı, Brejnev’in.
Salaklığın geldiği nokta asalaklıktı.
Ülke, bir uçtan bir uca, tek vücuttu. Kuklaya karşı ilk zafer de bugünlerde geldi. Penşir Vadisi, Kremlin’in uykularını kaçırdı.
Tünelde en büyük zayiatı vermişti, Kızılordu.
Binlerce Rus, önü arkası kapatılan tünelde, toz bulutundan boğulup gitti. Kızılordu’nun suratı kıpkızıldı.
Ruslar, bindirilmiş kıtalarla giriyorlar, tabutlar içinde dönüyorlardı.
Afganlı “On beşinde genç yiğitler dağlarla nişanlanıyor” Hindikuş yamaçları Okçular Tepesi’ni andırıyordu.
Sekiz kez saldırıp havlu atan Kremlin, nokta atışı yapmaya kararlıydı. Mesud ortadan kalkarsa, sistem bozulur, düğüm çözülürdü.
Muhaberesiz muharebe, İslam’a aykırıydı. İşi sıkı tutmuştu, Mesud. Suikastçileri, daha ilk bakışta anlayan etkin ve yetkin savaşçıları vardı.
Devre dışı bırakmak, etkisiz hale getirmek, son kullanma tarihi geçen ajan provokatörleri gayyaya yollamak an meselesiydi.
Şeytanın iki atlısı uyuşturucu ile sigaraya cihad ilan etti.
Müslüman, Allah’ın emaneti bedeni kirletemezdi. Müslümanı göz göre göre kansere ve nihayet ölüme terk etmek, kardeşliğe sığmazdı.
İçip içmeme özgürlüğü de olamazdı. Zararlıysa içmezdi/içemezdi, o kadar. Yalvarma yakarma seansları boşunaydı. Yasak tek çözümdü. Elinden almak ve yok etmekti, yegane metod.
Allah yolunun erlerinin, toza/tütüne mahkum olması düşünülemezdi. Madem liderdi, her askerin hesabını tek tek soracaktı Yaradan.
Türkiye’nin tütün savaşını kaybetmesi, sigarayla barışık yaşamasından mı kaynaklanıyordu?
“Ne olur şunu bırak!” yol/yöntem olamazdı.
Takva zaferi getirmiş, Karmal/Necibullah devrilenler arasına katılmıştı.
Şuara 227 / “Zulmedenler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını yakında göreceklerdir” / Gördüler!
Bir mücahit komutan olmak varken rezil bir sonla sonlanmak, Ömer ile Utbe, Mesud ile Necib farkıydı.
Sıra Kabil’deydi.
Mekke’nin Fethi’nde katliam bekleyen işkenceciler/boykotçular/ işbirlikçiler gibi, Moskova aşıkları da evlerine saklanmışlar, Mesud’un ne yapacağını endişeli gözlerle bekliyorlardı.
Mesud, Nasr’ı okuyor, eski tüfek komünistler, utanç içinde teslim oluyorlardı. Tarihe katliamcı olarak geçmek istemiyordu, Mesud.
Oysa öldürülmeyi çoktan hak etmişlerdi. Beni Kureyza’nın uyanan hücreleriydi, adeta. Ne çok can yakmışlardı. Bir milyon şehit beden, kafir/münafık ruh ikizlerinin marifetiydi.
Kabil, Adem Nebi’den beri hiç değişmemişti.
Kırkındaydı Mesud. Dostlarından çok düşmanları anıyordu gıptayla.
Adil bir savaşçı, esirlere merhametli bir komutan, doğru sözlü bir lider, şefkatli bir baba, stratejik bir diplomat, özgün bir şair, coşkun bir hatip, çevik bir sporcuydu.
Oğlu Ahmed’e seslenmişti bir gün:
“Şu yamaca doğru koş bakalım!”
Oğlu koşup gelince:
“Beni işte tam oraya gömün!”
İçine doğmuştu sanki. Öyle çok yorulmuştu ki! İhaneti de görmüştü, samimiyeti de…
Afgan cihadında ikinci perde sahnedeydi.
Devletleşmek!
Yüce gönüllü Mesud, hak edilmiş bir zaferi devletle taçlandırmak ister. Hiçbir Afganlının dışarıda kalmasına gönlü razı olmaz.
Ne ki tasada ve kıvançta bir olanlar, nimet/külfet dengesinde de paydaştılar.
Tarihten çıkardığı dersler, artı eksi kutuplar, etnik zenginlik… bir fırsat sunar ona.
Rabbani devlet başkanı, Hikmetyar başbakan, Mesud savunma bakanıdır.
Ne var ki şeytanın adımları ve adamları rahat vermez, Hikmetyar’a:
“Neden bir numara olmayasın?”
Hikmetyar’ın Hizb-i İslami’si kan kaybediyordu. Oysa ne kutlu bir cihada önderlik ediyordu, bir zamanlar.
Erbakan, genç Hikmetyar’ı çok sevmiş, Istanbul’a getirmişti, defalarca. Hikmetyar salona girince yer yerinden oynuyor, sevgi selinin ortasında buluyordu, kendini.
Zamanla, iyilerin yerini kötüler aldı. Savaş baronları sardı, her yanını. Bilgi akışı kesildi, yalnızlaştıkça yanlışlaştı.
İstihbarat savaşlarının kurbanı oldu, Afgan halkı.
Pakistan’ın ISI’sı ile İran’ın SAVAK’ı avucunun içine aldı Gülbeddin’i. Vurdu da vurdu Kabil’i. Günde bin roket, Rus işgalinde bile düşmemişti, Kabil’e.
Her ülke kendi etnisitesini koruma yarışına girmişti bile. Ne ki Komünist Parti artıkları işbaşındaydı hala.
Komünistler Dostumcu oluvermişti birden, ya da Dostumcular komünist... Ateci laik damar kabarmıştı bir kere. Tahran, Hazara sevdasına düşmekte geç kalmadı.
Rabbani, en sevdiği öğrencisi Mesud’a uzak düştü. Bir araya gelmesinler diye etten duvar ördüler.
Yen ittifak, Tahran - Hikmetyar arasındaydı. Bu kez bir devlet karşısındaydı, Mesud’un: İran!
Tarihinle gavurla savaşmamış Tahran, bir avuç Hazara’yı yönetime getirmek için kullanır, Hikmetyar’ı.
Mesud, Müslüman kanı akıtmak istemez. Peştun ayrılıkçılar, Kabil’in her yanındadır. Terk eder başkenti, Mesud.
Abdülhamid’in yalnızlığındadır artık.
Kızılordu’yu yerin dibine sokan, SSCB’yi dağıtan, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına ilham olan Mesud, şimdi yeni bir imtihanla karşı karşıyadır: Fitne!
Dokuz Eylül İki Bin Bir!
Egemenlerin dünyasında tek bir seçenek kalmıştı: Suikast!
Allah’ın Rasulü’nü yok etmek isteyen şer ittifak, bu kez Penşir’de sahneye konacaktı.
İki gazeteci… Kameradan yayılan gürültülü mavi ışık…
İhanet bombası saniye geçmeden Mesud’un bedenini parçalayacak, hayatı ve şahadeti, bir okul olacaktı, Afgan halkına.
O varken giremiyordu, Moskova. Dizlerinin bağı çözülüyordu, Brejnev’in. Davud’un, Karmal’ın, Necibullah’ın uykusuz geceleriydi, Mesud.
Washington için tek engel de ortadan kalkmıştı.
Leş kargaları konmuştu, kaçar mıydı fırsat!
İç savaş arzulayanlar avuçlarını yalamışlar, en manidar ifade Taliban’dan gelmişti:
“Afganistan evladını kaybetti!”
Nesrin, Meryem, Fatma, Ayşe, Zehra, Ahmet; şehit babanın tabutu başında söz verdiler, Allah’a!
“O dağlarda o dağlarda anlatırlar dünyaya/Anlatırlar çağlara: La İlahe İllallah!”