İnsanlık tarihi, sosyal hayatın şekillenmesi sürecinde “liyakat” ve “sadakat” kavramları arasında adeta bir sarkaç misali gelgitlerle doludur. Tabii ki her eylemin meyvesi olan sonuçlar da, tercihin ne yönde olduğuna göre şekillenmiştir.
Liyakatin hayata yön verdiği evreler yahut coğrafi veya kültürel muhitler, insanlığa, yükselen medeniyetin gülümseyen yüzüyle yansımıştır. Salt sadakatin ölçü alındığı muhit veya evrelerse, bir dram sahnesinin yürek burkan sefalet ve zulüm tabloları olmuştur.
Sadakat beklentisi aslında çok da göz ardı edilecek, ayıplanacak bir şey değil; hatta bir bakıma gerekli de sayılacak ahlaki vasıflardandır.
O halde önemli olan sadakat duygusunun kime veya neye yönelik olduğudur. Bu kavram, doğruluk, adalet ve hatta hakikate yönelik olursa, erdem ifade eden bir değer sayılır. Zaten, böyle bir ruhta liyakat denilen vasfı sorgulamaya gerek duyulmaz; zira böylesi ahlaki bir olgunluğa ulaşmış kişi bu sorumlu tutumu size bırakmadan kendisi gösterecektir. Yok, eğer söz konusu olan birtakım mevkilere getirilen kişilerin kendisini o mevkie getiren kişi veya kişilere göstereceği sadakatse, o zaman, toplumları iflah olmaz bir sona sürükleyen insanlık tarihi kadar eski ve müzmin bir sorun kendini gösterir.
Liyakatin değer bulmadığı toplumlar, bunun bedelini hâl ve istikballeriyle öderler. Aklın ve izanın hâkim olmadığı hayata, kalite de hâkim olmaz. Çünkü, “Ne doğrarsan aşına, o gelir kaşığına!”
Bu olumsuz savruluşa son birkaç yüzyıldır ne yazık ki toplum olarak biz de yakalandık. Bizi kalitesiz bir hayata mahkûm eden, kalitesiz beyinler ve onlardan südur eden düşünce ve onların hayattaki uygulamalarıdır. Davranış biçimi olarak kalitesiz bu tutum, bugüne kadar bizi geri bıraktığı gibi, bugün de toplum olarak ne yazık ki hızımızı kesiyor, bizi ve çocuklarımızı hak etmediğimiz niteliksiz bir hayata mahkûm ediyor.
Bizler hayatımızı değiştirmek istiyorsak, önce algılarımızı ve düşünme biçimimizi değiştirip, geliştirmeliyiz. Zira dünya toplumları içinde “küme düşmemize” yol açan başarısızlığımızın temelinde bu yatıyor.
“İşi ehline verin.” Diyen bir kültürün bu yozlaşmaya nasıl uğradığı üzerinde ayrıca uzun uzun düşünmek lazım; ama diğer yandan da bu “ortaçağlaşma” veya “üçüncü dünyalaşma” hastalığını tez elden bırakmak zorundayız. Özümüz ve sözümüzün bir olması halinde önümüzün açık olduğundan kimsenin tereddüdü olmamalı; zira kültürümüzün ana kaynakları müstakbel bir yükselişin şifrelerini içinde barındırıyor. Yeter ki ona samimiyetle yönelelim.
Milletin işlerinin, ona hizmet üretmeye layık kişiler tarafından yerine getirilmesi gerekmez mi? Tabii ki liyakat sahipleri arasında niyeti halis olanların tercih edilmesine kimsenin bir diyeceği olmaz. Böyle bir tercihin hayatımıza hâkim olması, işin ehline verildiği anlamına gelir.
Umutla kalın!