Bilinmezlik duygunsun yüreğimize iyi geleceğini neden onaylamış oluruz hep?
Bizim canımızı acıtan, bilinen ölçütler mi veya bildiklerimiz mi?
En iyi bildiği duygulardan neden uzaklaşmak isteriz, biz insanlar?
Yüreğimiz her türlü serüveni kabul eder deriz. Deriz demesine de peki neden en ufak fırsatta gitmek isteriz ve en uzaklara ve bilinmezliklere götürmek isteriz yüreğimizi?
Sorularla boğuşan bir gönlümüz var her daim. Hep bir bilinmezlik çetelesi içinde gidip gelen duygularımız... Bizi en iyi anlayan dostlarımıza bile açmak istemediğimiz yaralar…
Sükûnet mi iyi geliyor acaba yüreğe? Biraz tedirginlik hissi, biraz vaz geçmişlik, biraz bırakmışlık.
Bunların her biri ala bele kuşatmış yüreğimizi. Benliğimize yerleşmiş hepsi.
Her biriyle kendi içimizden bağ kuruyor içimizden konuşuyoruz adeta. Göz ardı ettiğimiz bir şey var aslında. Duygularımızdan kaçabiliriz, belki yüreğimizden kaçabiliriz peki ama kendimizden kaçabilir miyiz?
Kendimizden bile gizlediğimiz duyguların iç sesleri benliğimizi kuşatırken belki bir toprak kokusuna yaslarız ruhumuzu, belki bir kar tanesine belki doğan güneşin berraklığına.
Nereye gidersek gidelim, yine yakalanırız kendimize bir yerlerde ve bir şekilde. Kendisine yakalandığında, yine baştan başlıyor insan iç çekişlerine, aldırmayışlıklarına ve gitmişliklerine ve bir türlü kabullenmeyişine...
Kendinden çalıyorsun zamanını ve anılarını. Kendini kaçırıyorsun ama kendi kendine yakalanıyorsun. Kovalayan da sensin kaçan da! Yüreğin, koşar adımlarla kaçıyor kendinden. Duygularınsa önünü kesiyor, yine yakalıyor, benliğinden vuruyor. Sonra adım atmaya mecalin kalmıyor. Biliyorsun ki gidecek olduğun yer yine yüreğin ve kendin...