Her şey 25-30 saniye içerisinde oldu ve bitti. Ev yolunda ilerlerken sokakta; 7-8 yaşlarındaki 3-4 Suriyeli çocuk aralarında bir şeyleri kutluyor ve zevkle kahkahalar atarak havaya zıplıyorlardı. Suriyeli olduklarını aralarındaki Arapça konuşmalarından anlıyordum. O esnada bu sevinçlerinin sebebinin; bir apartmanın otoparka bakan kör cephesindeki duvarda yer alan izolasyon malzemesine attıkları ve ince sıva tabakasını delip geçerek alttaki strafor malzemeye saplanan taşları, duvarda sabit tutabilmenin verdiği hazzın dayanılmaz hafifliği olduğunu anladım. Duvarda daha önceki başarısız yüzlerce denemenin izleri ve minvale ulaşmış taşların yerleştiği deliklerin sayısının fazlalığı, bu çocukların daha öncede bu işin faili olduklarının ve bu meşgaleyi süregelen bir eğlence haline getirdiklerinin göstergesiydi. Az sonra yaşanacaklar esnasında yapılan hitaplar da zaten bu tezimi doğruluyordu.
Bu aydınlanmanın hemen akabinde; normalde bu tip durumlarda sessiz kalamayan ben, tam bir aksiyon alacak ve “Durun oğlum! Ne yapıyorsunuz?” diye soracakken, hışımla 14-15 yaşlarında ama iri kıyım bir başka genç çocuk ortama tüm haşmetiyle oldukça havalı bir giriş yaptı. Kilolu olması ve parmak arası terlikleri ile şıpıdık şıpıdık koşmasına karşın iyi bir depar atarak, çocuklardan ikisini elbiselerinden tutarak yakaladı. Çocuklara bağırarak küfür ediyor, “Yine mi siz lan. Bıktık artık sizden!” diye haykırıyordu. Suriyeli çocukların bu yaptıklarından, mahalleli ve o apartmanın sakinleri olarak mağdur oldukları çok belliydi.
Çocukların apartman duvarında oynadıkları dart oyunu ilgimi zaten o yöne çekmişken, bu defa kopan gürültü nedeniyle olaya daha da dikkat kesildim. Ancak dedim ya olay çok kısa sürede oldu ve bitti diye…
Bu esnada yürümeye de devam ediyordum. Yakalanamayan diğer Suriyeli çocuklar; avazları çıktığı kadar bağırarak ve oldukça fazla yaygara koparmak suretiyle çil yavrusu gibi dağılıyorlardı. Bu arada yakalanan iki çocuktan biri kendini yakalayan çocuğun elinden kıvrak bir hareketle sıyrılarak kurtulmayı başardı. Olay yerinden hızla uzaklaşırken, yakası sünmüş tişörtünü kontrol ediyordu. Korku ve birazda kurtulmanın verdiği rahatlama duygusu ile yüzü çok ilginç ve karmaşık bir ifade almıştı. Teldeki kuştan olunca eldeki kuşa yönelen çocuk, bu defa attıkları taşlar ile hem apartman duvarının façasını bozan hem de fiyatları nedeniyle dar gelirlinin almak için artık hayal bile kuramadığı park halindeki araçlara zarar veren, yakasına yapıştığı çocuğu darp etmeye başladı. Bu esnada benim olaya dikkat kesildiğimi de görünce; çocuğa vurduğu esnada küfür ederken sonun da “…….. Suriyelisi!” ifadesini de ekliyordu. Belki de benim tepki göstermemin önüne geçmek için bu hitaba ihtiyaç duyuyordu.
Bu esnada dayak yiyen çocuk kendisini arabaya dayayarak aracın gövdesine yapıştıran çocuğa yalvarıyor, kötü Türkçesi ile “Erdoğan! Erdoğan!” diye slogan atıyordu.
Erdoğan mı?
Belli ki çocuk da bir strateji geliştirmiş ve belki de kendisini dövenden kurtulmak, merhamet duygusunu kabartmak ve belki de etraftan yardım alabilmek ümidiyle “Erdoğan!” diye bağırıyordu.
En nihayetinde onları ülkeye kabul eden de oydu, son seçimlerde galip gelen de. Ailesi ülkeye giriş yaptığında da Erdoğan iktidardaydı. O doğduğunda da…
Sadece 7-8 yaşlarındaki bu çocuğun stratejisi beni çok şaşırttı. En son bu şekilde bir dondurma tezgahı başında şaşırmıştım. Önümde dondurma almaya çalışan ama bir türlü karar veremeyen 3-4 çocuklu Suriyeli bir ailenin bireyleri, seçme işini çok abartıyor ve tezgahtaki birbirinden renkli dondurmaların neyli olduklarını tekrar tekrar soruyorlardı.
Kötü Türkçeleri nedeniyle iletişimi de sağlıklı yapamıyorlar ve bizim sırada bekleme süremiz daha da artıyordu. Bu arada aile babasının; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Doğruya doğru!” isimli seçim şarkısını zil sesi yaptığı telefonu çalıp da kendisi de konuşmaya dalınca, dükkan sahibi kenara çekilmelerini söyledi ve onlar karar verene kadar bizim siparişimizi alıp kısa sürede bizi gönderdi.
Evet doğruya doğru…
Suriyeli mülteci, sığınmacı, kaçak göçmen, düzensiz göçmen, geçici koruma statüsündeki göçmen…. Adına ne deniliyorsa denilsin, Erdoğan’ın yürüttüğü açık kapı politikası yüzünden rahatça Türkiye’ye girebildiler ve ülkemizin keyfini çıkarabiliyorlar. Şimdi tabi bu şekilde Erdoğan’ı yüceltecek ve en dar zamanlarında bile Erdoğan’dan medet umacaklar.
Suriyeli çocuk dayak yerken, çok hızlı gelişen olay karşısında hiçbir şey yapamadım. Neticede ortada bir çocuk sopa yiyordu. Kim olduğunun, nereli olduğunun, hangi dilde konuştuğunun ne önemi vardı? Ama olmadı…
Ben kendi adıma bir tepki veremedim. Suriyeli çocuğu hırpalayan çocuğa bir şey diyemedim. Olaya müdahil olamadım. O anda tüm yaşananların zihnimde bir mukayesesi ve tahlilini yaparken tepkisiz kaldım. Ama tepki vermem gerekirdi. Bu tepkisiz kişi ben olamazdım.
En azından “Oğlum yapma!” diye seslenmem gerekirdi. Yapamadım…
Halbuki Suriyeli Aylan bebek sahilde kumsala vurduğunda; o yüzüstü yatan minik bedeninin, sanki ayağı takılmış ve düşmüşte az sonra ayaklanıp ayağa kalkacak gibi bekleşen görüntüsüne günlerce gözyaşı dökmüştüm. Suriye’de insanlar tepelerine bomba yağdıran Esat’a ellerini kaldırıp beddua ederlerken, yiyecek bir şey bulamayınca sokaktaki kedileri pişirip yerlerken, önümdeki yemeğe bakarken ne kadar ar duymuştum.
Evet olmadı. Haksızlık karşısında ne elimle ne de dilimle bir tedbir alamamıştım. Ne zaman bu duruma gelmiştim. İşte tüm bunları düşünürken, son bir iki sille daha yiyen Suriyeli çocuk, onu döven çocuk hıncını aldıktan sonra serbest bırakılınca kaçmaya başladığında poposuna son bir tekme darbesi daha aldı ve ağlayarak uzaklaştı. Bu esnada çocukla göz göze geldik. “Neden bana yardım etmedin?” diye sorar gibi baktı bana. Bakışları bedenimi delip arkamdaki duvarda yeni delikler açtı. Bende bu suça ortak olmuştum. Üstelik hem duvarları delen Suriyeli çocuğun, hem de onu döven Türk çocuğun suçuna. Üstelik benim suçum daha büyüktü. Bu suçların hepsinin önüne geçebilecek kudret benim elimdeydi. Olmadı işte. Olamadı…
Daha fazla uzatmak istemiyorum…
Ne kadar mülayim bir yapım olsa da hasbelkader bende ortaya çıkan bu durum, toplumda ne oranda acaba?
Büyük bir yabancı antipatisinin olduğu çok aşikar. Asıl mesele bu ne zaman düşmanlığa döner?
Burası çok mühim…
Bu nedenle acilen bu konuda bir çözüm alınması gerektiğine inanıyorum. Tabi alınacak bir çare artık kaldı ise…
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ katıldığı bir TV programında yerel seçimlere yönelik konuşuyordu. Yerel seçimlerde vatandaşa mülteciler için bazı vaatler vereceklerinden bahsediyordu. Göçmenler ile Türk vatandaşlarının park ve plajlarının ayrılacağını, belediye tesislerinden çoğuna sadece Türk müşteri kabul edileceğinden söz ediyordu. Bu vaatler bana, Amerika’da zamanında kliseleri, okul ve otobüsleri ayrılan zenci ve yerli Amerikalıların durumunu anımsattı. Bizde de böyle olabilir miydi?
Zafer Partisi’nin Cumhurbaşkanı adayının ve partinin aldığı oy oranlarına bakılınca, bu konuda bir toplum desteğinin olacağını öngörmemek ahmaklık olur diye düşünüyorum.
Velhasıl kelam; Suriyeli ve diğer ülkelerden gelen kaçak göçmenler, bir başka ülkenin asla müsemma göstermeyeceği oranda hükümet tarafından kabul gördüler. Parklar, bahçeler, plajlar, mesire alanları işgal altında. Çok sayıda geldiler ve gelmeye de devam ediyorlar. Bu işin sonu nereye kadar varacak çok merak ediyorum.
Misafirperver Türk Halkı’nın sınırları daha ne kadar zorlanacak?
Gerçekten şımarıklığın ve hadsizliğin şirazeden çıktığı göçmen sorununda kim ne zaman bir tedbir alacak ümitle bekliyorum.
Kalın sağlıcakla.