1980’li yılların başında Anadolu’mun her köyünde okullar açıktı. Tüm Anadolu’da şimdi hayali bile Cihan değerinde olan okul yolları, siyah önlüklü, beyaz yakalı çocuklarla her mevsim bahar kadar canlı, bahar kadar renkli yaşanırdı köylerde.
Mesleğimin dördüncü yılıydı. Kastamonu İlinin Çatalzeytin İlçesine bağlı ve 38 öğrencisi olan Kayadibi Köyü’nde tek başıma çalışıyorum. Köylüler ve özellikle Salih amca ve ailesi her türlü ihtiyacımı karşılıyor. Bakkal yok, gazete yok, kahve yok. Tüm günümü okulda ve köylüyle birlikte geçiriyorum. Cenazede, tarlada, derede, atölyede, düğünde, ormanda…
Kayadibi Köyü merkez ve üç mahalleden oluşuyor. Düzköy Mahallesi ile okul arasında ilkbaharda insan boyunu aşan bir dere akıyor. Bu mahalleden gelen öğrenciler derenin üzerine konmuş tek bir ağaçtan oluşan bir köprüden geçmek zorunda. Ağacın bir tarafına çocukların geçerken tutması için yine ince ağaçlardan bir trabzan yapılmış. En küçük bir hata azgın dere sularına kapılıp boğulmanıza neden olabilir.
Aklım her gün köprüden geçmek zorunda olan çocuklarda kalıyor. Bezen sabahları erkenden inip köprüden geçmelerine yardımcı oluyorum. Okul çıkışı yine onlarla birlikte dereye inip onları karşıya geçirirken aslında ben de korkuyorum.
Bu böyle olmamalıydı. Buna mutlaka bir çözüm bulunmalıydı. Sabah akşam bu çocukların korkusuyla yatıp kalkıyordum.
Bir gün Kastamonu Valisinin komşu köye bir tesisin açılışı için geleceğini duydum. O günü büyük bir heyecanla bekledim. Vali bey geldi. Sofralar kurulmuş, konuşmalar yapılıyor. Gündem çok farklı. Anadolu’nun birçok köyünde köyler arasında kısır çekişmeler vardır. Bu törende başka bir köyün konusunun konuşulması asla hoş karşılanmaz.
Kalabalık arasında bir fırsatını bulup yüksek sesle,’’ Sayın Valim’’ diye bağırdım. Bütün sesler kesildi. Herkes bana bakıyor. Polisler yer açtı. Kendimi tanıttım. Her gün içimi lime lime eriten köprünün hikayesini anlattım. Çocukların hayatlarının tehlikede olduğunu söyledim. Bir anda gündem değişti, ‘’böyle bir şey nasıl olur?’’ dedi. Yanındaki müdürlere konunun araştırılması için talimatlar verdi. Beni de Kastamonu’ya Valiliğe davet etti.
Birkaç hafta sonra köyden rahmetli Mehmet amcayla Valiliğe gittik. 22-23 yaşlarındayım. Mehmet amca çok heyecanlı. Saygıdeğer valimiz çaylarımızı söyledi. Mehmet amca heyecandan bir yudumdan sonra çayını içemedi. Bana konu ile ilgili hassasiyetim için teşekkür etti ve köprünün yapılacağı müjdesini verdi.
Köprü yapılmadan benim tayinim başka bir köye çıktı. Aradan yıllar geçti. Ömrümün en güzel günlerinin geçtiği bu güzel köyü ziyaret ettim. Dereye indim. Üzerinde arabaların bile geçtiği büyük bir betonarme köprü.
Dere yine aynı yatağında sonsuzluğa doğru akmaya devam ediyor. Kenarındaki kızılağaçlar biraz daha büyümüş. Yol kenarlarındaki dikenli bitkiler geçmenize müsaade etmiyor. Ancak köprünün üzerinde ne bir çocuk kalmış ona hayat verecek, ne de bir ineğin çıngırak sesi geliyor kulağına uzaklardan. Gözlerim doldu. Eski ağaç köprünün üzerinden geçen ve hayata yelken açan çocuklarım geldi gözlerimin önüne. Elmacık kemiğimden süzülerek inen birkaç damla yaş karıştı derenin sakin sularına.
Şimdi çocuklarsız yetim ve öksüz kalmış Anadolu’mun sessiz, ıssız köylerini gördükçe, hüzünlü bir sonbahar kaplıyor yüreğimi.
Bu köprülerden geçmiş nice hayatlar şimdi kalabalık şehirlerde kaybolurken, tatlı birer anı olarak anlatıyorlar bu ağaç köprülerin hikayesini çocuklarına. Hoşça kalın, mutlu kalın. Fırsat buldukça köyde kalın.