Kıymetli dostlar, bu günlerin tek gündemi var, Deprem. Artık duyarlılığı olan herkes işinden, özel hayatından, çalışmalarından, hastasından, hatta cenazesinden bile bahsetmiyor. Bahsetse de her şey depremin gölgesinde kalıyor.
Öyle deprem ki ülkemizin yarısı yerle bir oldu. Hava soğuk ve yağışlı. Enkaz altındaki son nefesini vermemek için direniyor. Enkaz üstündeki bir cana daha ulaşmak için bir dakika bile önemli deyip canhıraş çalışıyor.
Uzak şehirlerdeki akrabalar, vatandaş, ne yapabiliriz, bir ihmalimiz olmasın diye cebinden, evinden, koşusundan, ahbabından bulduğu her şeyi o bölgeye göndermek için seferber.
Devlet tüm kurumlarına uyumayı yasaklamış, ülkeye yas günü, bölgeye olağanüstü hal idaresi uygulayarak alarma geçmiş. Bütün kaynaklarını, imkanlarını bölgedeki yaraların sarılmasına, canların kurtarılmasına hasretmiş.
Bütün bu duyarlılıklar yanında fırsatçı, acıdan beslenenlere değinmeye bile gerek duymuyorum. İnsanlıklarını yitirmiş tipler her an her yerde mevcuttur zaten.
Ama şu bir gerçek ki 85 milyon üzüntü de, sadece seksen beş milyonu mu?
Hayır, yurt dışındaki vatandaşlarımız, dost ülkelerimiz alarmda...
Bu da yetmez dünyada her ülke bir bardak su ile de olsa bir yardım etme peşinde, dünyanın belki en şiddetli afatına karşı.
Sonuçta herkeste bir üzüntü olduğu gerçek, ama asıl üzüntü ateşin düştüğü yerde ve ateşin düştüğü kucaklarda var.
Her birimiz hayatımızda bir çok badireler, üzüntüler yaşadık, yaşıyoruz. Bu yaşadıklarımızı en büyük üzüntü olarak gördüğümüz çok zaman var. Ama beterin beterini yaşayınca insan, öncekiler de üzüntü müymüş diyor insan.
Düşünün bir anne veya babayı, enkazın başında bekliyor, enkazın altında üç çocuğu, torunları yatıyor. Sağ mı ölü mü bilmiyor. Sağ ise beklerken ölecek, bir an önce ulaşmam lazım diyor, ama elinde çekiç bile yok. Kurtarma ekipleri geliyor, iğne ile kuyu kazarak ilerliyor. Büyük bir heyecanla bekliyorsunuz, şimdi ulaştık ulaşacağız diye. Evin eşyasına ulaşıyorsunuz, biraz daha ümidiniz artıyor, çocuğunuzun yorganına ulaşılıyor işte çıkacak diyorsunuz ki, bakıyorsunuz çocuğunuz cansız çıkıyor. Yıkılıyorsunuz, ama hala ümidiniz var, diğer canlı çıkması lazım diye. Beliyorsunuz, o da vefat etmiş. Üçüncüye bakıyor ve odaklanıyorsunuz. Hey hat o da merhum...
Ne acı bir zaman akışı. Bitmeyen uzun zaman.
Arkasından torunlarınıza odaklanıyorsunuz, bir tane canlı çıkıyor, ne sevinç ne sevinç. Ama arkasından yine kötü haber… Aslında bu ve benzeri hikayeleri önümüzdeki günlerde TV ekranlarından belki sürekli izleyeceğiz. Bu acıları yaşayan bilebilir ancak.
Son olarak belki şunu söylememiz mümkün. Dünyada bir çok insanı çok gereksiz sebeplerle kırabiliyoruz. Aile içinde bile birbirimizi kırdığımız, azarladığımız, hatta hakaret ettiğimiz zamanlarımız oluyor. Gerekçelerine baktığımızda bir fındık kabuğunu doldurmayacak nedenler aslında. Bir alan kavgası, benim dediğim neden olmuyor kaprisleri belki de. Ama bir ölüm vukuunda ise vicdan taşıyorsak, bin bir pişmanlıklarla neden ben bu acı günleri yaşadım veya yaşattım diye de üzülmekteyiz. Bu nedenle her birimiz önce ailemize, komşularımıza, iş arkadaşlarımıza, çevremize, kısaca herkese tolerans sağladığımız ölçüde mükemmeliz. Toleransı başkalarından bekleme yerine kendimiz tolerans sağlamalıyız vesselam.
Yoksa bizim yaşadığımız acıları acı saymayalım. Acı vaaar, acı var. Daha beterini görmeden kendi acımızı, sıkıntımızı büyük görsek de daha acısını gördüğümüzde, önceki acımızın küçüklüğünü kavrarız.